Tiyatronun tarihini kolaylaştırmak, basitleştirmek, ya da karışıklaştırmak bizim elimizde. “Tiyatro” sözcüğüne yükleyeceğimiz anlamda bu kolaylığı, ya da karışıklığı kendimiz yaratabiliriz.
Bugün “tiyatro” deyince aklımıza gelen şey nedir? Onu bir düşünelim. Bir yerde tiyatronun olabilmesi için şunların bir araya gelmesi gerekiyor:
Yazılmış bir oyun,
Onu oynayacak oyuncular,
Seyirci yeri, sahne, dekor, kostüm, ışık, ya da bunlardan birkaçı,
Sophocles, Shakespeare, Ibsen deyince akla gelen “tiyatro” bu. Karışık, çok yönlü bir sanat.
Bir de şöyle diyebiliriz: Küçük çocuğun “evcilik” oynaması, ya da Avustralya yerlilerinin “canoe” dansı da bir tiyatro olayıdır. Böylece ta ilk insana dönüyoruz. Bu karışık olmayan çok basit, ilkel bir tiyatro. O kadar basit ki “tiyatro” sözcüğünü öbür anlamıyla kullanmaya alışmış kimselerce yadırganıyor. En iyisi bir ayırma yapmak.
Sophocles, Shakespeare, Ibsen deyince aklımıza gelen sanata “tiyatro” diyelim.
Öbürüne “tiyatro olayı” ya da “tiyatro edimi” denebilir. Ama en açığı, en kestirmesi “ilkel tiyatro” demek sanırım.
Karışık, çok yönlü bir sanat olan “tiyatro” nun tarihi, tersine, karışıklıktan uzak, açık, kolay anlatı lablen, kolay anlaşılan bir tarih. 2500 yıllık bir tarih.
Basit bir sanat olan “ilkel tiyatro” nun tarihi ise iyice karışık, anlatılması güç, bilinmeyen, karanlık yerleri pek çok, kesin bilgileri az, on binlerce yıllık bir tarih.
İşe bu yönden bakarsak dansta, maskelerde, büyüde, atalara, hayvanlara, tanrılara tapmakta Aes chylus’u hazırlayan öğeler bulunduğunu kabul edersek tiyatronun hem en yaygın, hem de en eski sanat olduğunu kolayca anlarız. Günümüzde de ilkel insan toplulukları var. Bunlar ayrı anakaralarda, çeşitli adalarda yaşıyorlar. Hemen hemen hepsinin bir ilkel tiyatrosu bulunduğu görülüyor. Uygarlık yolunda bir tiyatro olayına ulaşamayacak kadar geri kalmış hiçbir soy yok yeryüzünde bugün. Öte yandan, çağımızın ilkel insanları ile ilk insanlar arasında büyük benzerlikler olduğu kabul ediliyor. Tarihin karanlıklarına doğru inildikçe, büyü alanında, taklit alanında pek çok şeyin ufak tefek değişikliklerle günümüze kadar ulaşabildiği anlaşılıyor. Demek ki çağdaş ilkel topluluklarda görülen tiyatro olaylarını inceleyerek tarih öncesi insanlarının tiyatro olayları üzerine, başka bir söyleyişle, başlangıçtaki ilkel tiyatro üzerine bilgiler edinebiliriz.
Ama önce tiyatronun doğuşu konusundaki iki ayrı görüşü gözden geçirelim.
İki Ayrı Görüş
Kimi düşünürlere göre yeryüzünde ilk sanat dans. Bütün öbür sanatların anası. Dansın gelişmelerinden şiir, müzik, sonra da bir hikaye, bir olaylar dizisi ile birlikte tiyatro doğuyor.
Oysa biz az önce tiyatronun doğuşunu başka türlü anlattık. Gece ateşin çevresinde otururken, av hayvanlarını çoğaltmak, ya da ertesi gün çıkacakları avın iyi gitmesini sağlamak amacıyla bir çeşit büyü yapmayı düşünen, kalkıp avlanacak hayvanları taklit eden ilk insanın bu davranışıyla birlikte tiyatro da başlamış oluyor, dedik. Bu ikinci görüşe göre tiyatro “taklit” den doğuyor, ilk sanat. Bütün öbür sanatların anası. Dans, şiir, müzik arkadan geliyor.
Bu iki görüşten hangisinin doğru olduğu kesinlikle bilinemez. İkisinin de ilgi çekici, kandırıcı yanları var.
İlkin, dansı öne alanların tiyatronun başlangıcını nasıl anlattıklarını görelim.
Önce Dans
İlkel insan yiyeceğini, sığınacağı yeri sağladı mı, arkasından dans gelir. Dans duyguların, heyecanların ilk ortaya vuruluş yolu, sanatların başlangıcıdır.
Uygar insanlar, günümüzün bilgili, iyi bir eğitim, iyi bir öğrenim görmüş kişileri bile, sırasında aşırı bir heyecanı, bir sevinci hareketlerle anlatmak gereğini duyarlar, elini, kolunu oynatır, sıçrar, oldukları yerde dönerler. Dili, konuşma aracı çok basit olan ilkel insanlar ise duygularını anlatabilmek için hareketlerden bol bol yararlanmak zorundadırlar. Hareketin anlaşma alanında ne derece önemli olduğunu şu örnek açıkça göstermektedir: Çağımızın en ilkel insanları kabul edilen Avustralya yerlileri arasında el- kol hareketleri yapmadan derdini anlatamayanlar vardır, o yüzden de karanlıkta kalınca konuşup anlaşamazlar.
Hareketleri bir ölçüye bağlamak, dansa yöneltmek isteğini ise tabiatın etkilerinde aramalıyız. Dalgalar belli aralarla gelir, güneş, ay belli aralarla doğup batar, yüreğin atışı belli aralarladır. Tabiat ilkel insanı içten, dıştan ölçülülüğe, ritime doğru çeker. Hareketlerle konuşmak, hareketlerle derdini anlatmak en yüksek noktasına dansta ulaşır.
Hem hoşlandığı için, hem 4e isteklerini ortaya koymak, onların gerçekleşmesini sağlamak için dans eder ilkel insan. Tanrılarına dansla söyler söyleyeceğini, duası dansladır, dansla teşekkür eder. Bu hareketlere tiyatro denemez elbette, ama tiyatronun başlangıcı budur. Dans günümüzde de var, ayrı bir sanat olarak var. Tarihinin, gelişmesinin bir noktasında çok daha geniş bir sanatın, tiyatronun ortaya çıkmasını sağlamış, kendi de aynı nitelikleriyle günümüze kadar gelmiş. Cambodio’da tiyatro oynanan yere verilen ad “dansevi” dir. “Dans eden insan biçimi” en eski sanat ürünlerinde bile yer alır.
Dans yalnız tiyatronun değil, tiyatronun içinde yer alan öbür sanatların da kaynağıdır. Dans eden insanın çıkardığı sesler, vücudun, ayakların ritmine uymuş, savaş şarkısını, duayı, sonunda da ölçülü sözü, şiiri doğurmuştur. Müziğin de danstaki ritminden ayakların yere vuruluşundan, ellerin çırpılışından, davul seslerinden doğduğu açıktır.
Demek ki dans bütün sanatların anası. Danstan tiyatroya ne zaman geçilmiş oluyor? Onu da belirtelim: Ugya'da Kar totemine bağlılığını göstermek için, ya da kazandığı bir savaşı, kavgayı kutlamak için dans ediyorsa, bu bir tiyatro olayı değildir. Ama kavgasını anlatmak, neler yaptığını göstermek için dans ediyorsa, düşmanını nasıl gördüğünü, nasıl sokulduğunu, nasıl atıldığını, nasıl vuruştuğunu, nasıl öldürdüğünü, nasıl kafasını kestiğini dansla anlatıyorsa tiyatronun çok yakınma gelmiştir.
Dansı öne alanlar tiyatronun başlangıcını böyle anlatıyorlar. Bir de “taklit” i öne alanları dinleyelim.
Önce Taklit
Aristoteles Eski Yunan Tiyatrosunun özelliklerini belirtirken, Poetika’sının dört bölümünü “taklit” sözcüğüyle doldurmuştur. Değişik amaçlarla, çeşitli anlamlar yükleyerek kullandığı bu sözcük iki cümlesinde tiyatronun nasıl başladığını belirtecek bir güç kazanıyor:
Taklit insanın çocukluğunda başlayan, tabiattan gelme bir özelliğidir, daha aşağı hayvanlara üstünlüklerinden biri de budur, en taklitçi yaratık olması, taklit yoluyla öğrenmeye başlaması. Sonra gene bütün insanların tabiattan gelme bir yanları da taklide dayanan işleri seyretmekten tat almalarıdır.
Çoğu ruhbilimciler maymunların, köpeklerin, kedilerin, farelerin de birtakım hareketleri taklit etmeyi öğrenebildiklerini söylemekte, ama insandan daha aşağı hayvanlarda bir taklit içgüdüsü olduğunu kabul etmemektedirler. Öte yandan, taklidin insanoğlunda bir “içgüdü” niteliği gösterdiğine inanan ruhbilimciler de çok değildir, çoğunluk bir “taklit istidadı” ndan, ya da “taklit eğilimi” nden söz edenlerdedir. Ama çok güçlü bir eğilim. Üstelik insanoğlun belli bir tat da veriyor. On binlerce yıldır analar, b: balar çocuklarını bu eğilimden yararlanarak eğitiyor lar.
İnsan tabiatta gördüğü biçimlerin taklidi olan şeyler yapmaktan hoşlanıyor, başka insanların, hayvanların hareketlerini taklit etmekten de hoşlanıyor. Sanatların temelinde bu hoşlanmanın yattığı söylenebilir. Taklitle anlatma, taklitle büyü, sonra dans, şarkı, törenler. Taklit etmenin, taklit edenleri seyretmenin tadı çağımızda da uygar insanları oyunlar yazmaya, oynamaya, oynayanları seyretmek için tiyatroları doldurmaya çekiyor.
Aristoteles nedense Yunan Tiyatrosunun başlangıcındaki dinsel etkiler üzerinde durmamıştır. Diyonisos Şenliklerini elbette ki biliyordu. Taklit yoluyla tapınmanın tiyatro bakımından önemini belirtebilirdi. Hiç değilse, tabiata yön vermek amacıyla yapılan büyü törenlerinden söz etmeliydi. Tiyatronun “taklit” den doğup nasıl geliştiğini anlayabilmek için bu törenlerin kaynağına inmek gerekir.
Taklit Yoluyla Büyü
İnsan avcılıkla başlıyor. Avının üstüne ağaçların arasında fırlayıp atılacak durumda değilse, diyelim
bir açıklıkta avlanıyorsa, ister istemez avlayacağı hayvanın biçimine girecek, hareketlerini taklit edecek, ayrı bir yaratık olduğunu, düşman olduğunu sezdirmeden onun yanma yaklaşmaya çalışacaktır. Eski molanın ayıbalığı, Kızılderililerin “buffalo” avlarken yaptıkları gibi.
Sonra avcı bağlı olduğu topluluğa dönüyor. Avını kutluyor, avcılığını övüyor. Hayvanın derisini sırtına alıp hem av, hem avcı oluyor, başlıyor oynayarak anlatmaya. Bu tiyatronun başlangıcı, ama daha büyü, bilinmeyen güçlere inanmak, din yok ortada.
Büyü insanoğlunun ava çıkmadan önce dans etmesiyle beliriyor. Şöyle bir inanç gelişmiş artık ilkel insanda: Avlanacak hayvanlar, sonra onların öldürülüşleri taklit edilirse, çok hayvanla karşılaşılır, av da başarılı geçer. Önceleri yalnızca hayvanla taklit ediliyor, avcılar girmiyor aralarına. Zamanla daha tiyatroya yaklaşıyor bu büyü. Kimi hayvan biçimine giriyor, kimi avcı oluyor, karşılıklı oynuyorlar. Güney Fransa mağaralarında görülen ilkel resimler, mızraklanmış hayvan resimleri de büyüyle ilgili. O resimlerin önünde belki de avcılar dans ediyorlardı.
Bu çeşit büyünün dinden çok bilime yakın olduğu söylenebilir. Basit, yararlı bir amacı var: Tabiata yön vermek, tabiatı istediği yana çekmeye çalışmak. İnsanoğlu avcılıktan çiftçiliğe geçince, yağmur ya da güneş için yapılan büyüler “dua” lara yöneliyor. Dine doğru bir gidiş. Kahramanlar, atalar tanrılaşınca da onların başlarından geçenleri anlatmak, oynamak gereği duyuluyor. Bir çeşit tapınma. Tekrarlanan oyunlar ise hem oyunculuğu, hem de oyun yazarlığını getirmiş oluyor.
Taklidi öne alanlara göre dans tiyatroya giden yolda taklidin yardımına koşan ilk sanat. Çağdaş ilkel insanlardan dans örnekleri vermeye geçmeden önce bu ikinci görüşü savunan bir yazarın tiyatroyu başlatışını okuyalım. Masalımsı, ama çok ilgi çekici bir anlatış.
Ook Aslan Oldu
Kendimizi Taş Çağı’nda düşünelim, mağara adamları, mamutlar, Altamira duvar resimleri çağı. Gece. Hep birlikte bir ateşin çevresinde oturuyoruz Ook, Pow, Pung, Glup, Küçük Zowie, hepimiz. Ateşin şu yanında soyun önderleri yan yana oturuyorlar en güçlü erkekler, en hızlı koşanlar, en iyi dövüşenler, en çok dayananlar. Bir aslan öldürdüler bugün. Bu coşturucu olayın heyecanı içindeyiz. Hep onu konuşuyoruz.
Aslanın derisi ateşin yanma uzatılmış. Birden önderlerden biri ayağa fırlıyor. “Ben öldürdüm aslanı! Ben öldürdüm! Ben kovaladım! Üstüme atıldı! Sapladım mızrağımı! Yere yıkıldı! Cansız kaldı” Bize anlatıyor. Dinliyoruz. Sonra birden aklıma bir şey geliyor. “Daha iyi anlatacağım size. Bakın! Şöyle oldu! Göstereceğim şimdi!”
O anda tiyatro doğuyor.
Devam ediyor önder. “Çevreme toplanın sen, bir de sen, bir de sen buraya, yaklaşın iyice, yanıma gelin...
“Sen, Ook, şuraya ayakta dur sen, aslan ol. İşte derisi aslanın. Al onu sırtına; aslan ol, ben seni öldüreceğim, göstereceğiz nasıl oldu.” Ook ayağa kalkıyor. Deriyi omuzlarına alıyor. Elleriyle dizlerinin üzerinde dört ayak olarak homurdanmaya, kükremeye başlıyor. Ne kadar korkunç! Elbette aslan değil gerçekten. Biliyoruz. Gerçek aslan öldü. Bugün öldürdük. Elbette Ook aslan değil. Elbette değil. Hem aslana benzemiyor da. “Boşuna çalışma bizi korkutmaya, Ook. Biliyoruz. Korkmuyoruz senden.
Gene de akıl ermez bir yoldan, Ook aslan oldu. Artık bizlere benzemiyor, bizler gibi değil. Ook o, biliyoruz, ama hem de aslan.
Şimdi bu iki adam yeryüzünün bu ilk iki oyuncusu avın nasıl geçtiğini gösterecekler bize. Anlatmıyorlar, söylemiyorlar. Gösteriyorlar. Bizim için oynuyorlar. Avcı pusuda. Aslan homurdanıyor. Avcı kaldırıyor mızrağını. Aslan atılıyor. Hepimiz heyecanla, korkuyla çığlıklar atıyor, bağrışıyoruz ilk halk korosu. Mızrak savruluyor. Aslan düşüyor, cansız kalıyor.
Tiyatro sona erdi.