Bu hikayelerde kahramanların ruhsal durumlarının ve onların çevrelerinin ayrıntısı ile betimlenmesine önem verilir. Mekan kişinin ruh halini yansıtacak şekilde betimlenir. Yazarlar “Sanat sanat içindir.”

Cumhuriyet döneminde özellikle durum hikayelerinde bu anlayış hakimdir. Aşağıda bu hikayelerden örnekler yer almaktadır:

Örnek 1: Ahmet Hamdi Tanpınar / Abdullah Efendi’nin Rüyaları

Bir Yol

…Nasıl oldu, ben de bilmiyorum; birdenbire olduğum yerde çok uzun bir uykudan uyanmış gibi doğruldum ve etrafıma şaşkın şaşkın bakmağa başladım. İnsan, eşya, bütün etrafımdakiler benimle alakalarını kesmiş gibiydiler, her şey, hepsi bana yabancı oluvermişti. Bu kadar senelik karımı, kendi çocuklarımı, evimi, odanın her biri vaktinde hayatımın bir hadisesi olmuş eşyasını, velhasıl elimdeki işe ve üstümdeki elbiseye kadar hiçbir şeyi tanımıyordum. O anda bir aynada kendi yüzümü görsem belki onu da tanıyamazdım. O kadar kendi hakikatimde, rüyalarımın hakikatinde uyanmıştım. Bu ne Baudelaire'in çift odasına, ne de Quincey'nin afyonun cennetinde gördüğü rüyalardan realiteye dönüşüne benziyordu. Bu daha sade bir şey, uzun gafletinde birden uyanan ruhun kendi kendisine tertip ettiği bir nevi cürmümeşhuttu. Hakikatin, bütün bunların benim içimle, günlerin sefaleti altında haberim olmadan için için kaynayan asıl benliğimle ne alakası olabilirdi? Bu siyah, uzun saçları geçmiş güzelliğinden muhteşem bir yadigar gibi duran, bitkin yüzlü kadın kimdi? Bununla beraber onun kendi karım olduğunu, bu çocukların kendi çocuklarım olduğunu biliyordum. Fakat böyle olmalarını bir türlü kabul edemiyordum. Kendi kendime mütemadiyen koskoca on seneyi, bu kapanık odada, bu acayip ve manasız eşya arasında, bu şimdi bana yabancı birer sembol gibi görünen çehreler arasında nasıl geçirdiğimi soruyordum. Nihayet dayanamadım, lalettayin bir mazeret uydurarak sokağa fırladım. Bugün olmuş gibi hatırımdadır.

Soğuk, aydınlık bir kış gecesiydi, sokaklarda hemen hemen kimse yoktu, durmadan dinlenmeden, kendi kendime "Niçin, niçin böyle oldu, niçin böyle olsun?" diye sora sora yürüyordum. Bir müddet sonra yoruldum, küçük bir kahveye girdim. Tanımadığım birtakım adamlar tütün ve nefes kokan bulanık hava içinde gülerek, bağırarak konuşuyorlar, oyun oynuyorlardı. Ben de bir köşeye çekildim. O zamana kadar gece vakti evimden dışarıya ancak sinema, tiyatro gibi şeyler için çıkardım. Zaten böyle bir itiyadı bir türlü anlayamamıştım. Fakat şimdi yadırgamıyor, hatta bir nevi sıcaklık duyuyordum. "Burası bizim arafımız olsa gerek…" diye düşündüm, sonra yavaş yavaş etrafımdakilere bakmağa başladım…

Not: Abdullah Efendi’nin Rüyaları adlı hikaye kitabında “Bir Yol” adlı hikayeden alınan yukarıdaki metinde çocuğunu kaybetmiş bir babanın yıllar boyunca gidip geldiği yolun kendisinde bıraktığı hissiyat ile eşyanın ve çevrenin insan tabiatına etki anlatılmaktadır. Eserde kişinin iç dünyası anlatılmaktadır.

Örnek 2: Selim İleri / Eski Defterlerde Solmuş Çiçekler

Annemin Sardunyaları

…Dilini koparırım, sus diye bağırdı annem. Ama dilimi koparmazdı annem benim; köfte istediğimde altın b açalı köfteciden alırdı köfte, acı, baharlı. Büyüyünce nolucaksın oğlum dedi o yaşlı kadın; çay içer misin dedi, şeker ye dedi, bonbon, saçların ne güzel kıvırcık dedi, oynamak ister misin ablayla dedi, erler gibi saçları kesilmiş bir kızı gösterdi, hadi seksek oynayın birlikte dedi. O kızın yanağında al al bir yara vardı. Ben sustum. O yaşlı kadın sordukça sustum. O kıza sordum; büyük hanım kızgın maşa yapıştırdı dedi. Annem terleme dedi. Terlersen öksürürsün gene dedi. Büyük hanım, annene ne söylüyor dedi o kısa saçlı kız. Asım Paşanın başı kel mi gerçekten dedim. Annemin gözleri kan çanağı gibiydi. Büyük hanım artık konuşmadan, sessiz oturuyordu. Gitmemizi bekler gibiydi. Hadi gidelim diye tutturmayacaktım, anneme söz vermiştim. Yoksa süt dondurması almayacaktı. Annemin elini öptü Kel Asım Paşa, babası yaşındaydı oysa. Kırmızı kurdelâlı madalyalar takmıştı ceketinin yakasına. Birinde bir adamın resmi vardı. Putlu olanı vardı, onun kurdelâsı maviydi. Valideniz hanımefendi nasıllar dediydi Kel Asım Paşa. Hiç saçı yoktu, kaşı da yoktu. Madalyaları vardı ama. Bıyıkları vardı. Aman bu köfteciler dedi büyük hanım, yanımızdaki inşaata geliyorlar, işçiler yer öğleleri, eşek eti midir nedir? dedi. Kokudan geçilmiyor dedi Kel Asım Paşa, telefon edeceğim Belediye’ye dedi. Annem önüne bakıyordu. Pek terbiyeli, ama dilsiz dedi bana dönüp büyük hanım. Kel Asım Paşa yakalayıp zorla kucakladı. Bacakları bir türlü kapanmıyordu bitişip. Elleri kemik kemikti. Soluğu da kokuyordu. Size gül versinler hanımefendi demişti Kel Asım Paşa, Ganimet gül makasım getir demişti. Böyle süslü bir makas getirmişti yanağı maşalı kız, kocaman. Koncaları kesme kız demişti buruş buruş yüzlü kadın, parmağını sallamıştı dik dik. Annem cüceli bahçeye inmişti taşlıktan. Elimden tutuyordu. Hava kararmıştı…

Not: Selim İleri’nin Eski Defterlerde Solmuş Çiçekler adlı hikaye kitabındaki “Annemin Sardunyaları” adlı hikayeden alınan yukarıdaki metinde kahramanın çocukluk yıllarına ait bir anısı anlatılmaktadır.

Örnek 3: Samet Ağaoğlu / Öğretmen Gafur

…Bir pastaneye girdik. Yumurtasından çeşitli pastalarına kadar ısmarladığı kahvaltıyı konuşmadan büyük bir iştahla yemeye koyuldu. Sanki haftalardan beri aç kalmıştı. Lokmaları hemen hemen çiğnemeden yutuyor, uzamış bıyık ve sakalına takılan parçaları yalıyordu.

Son yudum sütünü de içtikten sonra birdenbire konuşmaya başladı:

- Şimdiye kadar nerede olduğumu sormadın. Beni hastaneye götürdüler. Daha doğrusu tımarhaneye! Sözde deli olmuşum! Sefiller! Onları mahvedecek fikirlerimi neşretmeyeyim diye bunu bana yaptılar. Halbuki hiçbir şeyim yok. Görüyorsun, aslan gibiyim! Bunun acısını elbette onlardan alacağım!

- Seni ne zaman hastaneye götürdüler? Hiç haberim yok.

Dişlerini gıcırdatarak cevap verdi:

- Herkesten gizli olarak kaldırdılar. Seninle o son konuşmamızdan birkaç hafta sonra, sana söylemeye vakit bulamamıştım, fikirlerimi çalmak isteyenlere, o kadına karşı mahkemeye başvurdum, “Bu fikir hırsızlarını mahkûm ediniz,” dedim. İstidamı kabul etmek istemediler. “Siz de onlarla berabersiniz! Siz Allah’ın adaletini değil, şeytanın mel’anetini temsil ediyorsunuz,” diye bağırdım. Beni yakalamak istediler. Birkaç kişiyi yumruklayarak adliyeden çıktım, eve geldim. O gece beni alıp götürdüler!

Gafur bunları anlatırken sesi gittikçe yükseliyor, etrafımızdaki masalarda oturanlar bize bakıyorlardı. Teskin etmeye çalışarak:

- Üzülme, her şey düzelir, kalk gidelim, dedim.

- Hayır, hayır, ben burada kalacağım. Sen git. Dur, sana bir şey soracağım. Bana harfleri Türkçe olmayan, hangi dilde olursa olsun, tek Türkçe olmasın, bir daktilo bulabilir misin?

- Ne yapacaksın?

- Yazılarımı onunla yazacağım. Türkçe yazarsam çalacaklar, diye korkuyorum!...

Not: Samet Ağaoğlu’nun “Öğretmen Gafur” adlı hikaye kitabında aynı isimli hikayeden alınan yukarıdaki metinde psikolojisi bozulan Gafur isimli bir lise öğretmeninin görevinden istifa etmesi ve “fikirlerini çalacaklar” vehmi ile insanlardan uzaklaşıp perişan bir hale gelmesi anlatılmaktadır.