Bu hikayelerde yazar toplumsal bir meseleyi anlatı yolu ile okura aktarır. Tüm olayları salt gerçekliği ile gözler önüne serer. Bazen tarafsız olarak sadece gerçeğin betimlemesini yaparken bazen de olay kahramanları üzerinden kendi fikirlerini beyan eder. Hikayelerde toplumun aksayan yönleri, yanlış inanışlar, töre, kan davası, adalet eksikliği, geçim sıkıntısı, kentleşmenin olumsuzlukları, köylü – kentli ayrımı, aile kurumu, eğitim gibi temel sorunlar işlenir.
Cumhuriyetten günümüze her edebi dönemde toplumcu hikaye örnekleri verilmiştir. Cumhuriyetin ilk yıllarında eğitim ve sanayileşme, Atatürk ilke ve devrimleri, Cumhuriyetin kazanımları gibi konular işlenmiş daha sonra özellikle kentleşmenin hızlanması ile köy hayatı ve şehir hayatını ön plana çıkaran her ikisinde de hayat şartları yüzünden zorluk yaşayan insanların hikayeleri anlatılmıştır.
Aşağıda bu hikayelerden örnekler yer almaktadır:
Örnek 1: Samim Kocagöz / Sam Amca
Sam Amca
… Savran, bu suali duymamazlıktan geldi. Sigarasını ateşleyen ve dumanı derin derin içine çeken Ali Mehmet’e boş gözlerle baktı. Birdenbire bambaşka şeyler konuşmaya başladı:
- Hani şu makineler yok mu, makineler... Toprağı öyle bir işliyorlar ki... Sürgü çek¬tikten sonra, değil tarlaların, koca ovanın bir başından bir yumurtayı bıraksan, tıkır tıkır öbür başına kadar yuvarlanacak. İnsanın tohum yerine girip gömülmesi geliyor mübarek toprağa...
Ali Mehmet, ters ters:
- Sen, öküzden şaşma...
diye, lafı kapamak istedi ve ilave etti:
- Ben, tamam otuz yıldır öküzle çift sürdüm. Bugün de toprağım olsa gene öküzle sürerim... Allah’a şükür bir gün aç kalmadım.
Savran’ın çatlak dudaklarına acı bir tebessüm geldi:
- Ben de bu ovanın mahsulünü kırk yıldır develerimle şehre çekerim. Bir günden bir güne aç kalmadım. Ama ve lâkin Ali Mehmet kardeşim, bugün açım. Çoluğum çocuğum da aç... Yarın da, yarından sonra da, ta açlıktan geberinceye kadar aç kalacağım... De gidi günler de!... Bana bu gidenlerde, anıyla şanıyla “Savran Memiş” derlerdi bir vakitler... Develere itibar kalmadı gayri... Şimdi ağalar, mahsullerini vızır vızır kamyonlarla taşıyorlar.
Ali Mehmet:
- Ben senin yerinde olsam, develeri satar, borç dert eder, bir kamyon alırdım.
- İş kamyonda değil kardeşlik... diyen Savran içini çekti; İş bizlerde... İki yakamız bir yana gelmez gayri... Biz, eskidik. Öküzlerimiz, develerimiz de eskidi. Ne develer, ne öküzler, ne sen, ne de ben, koca kalıbımız kıyafetimizle, şu makinelerin yanında on para etmeyiz... Bu yaştan sonra ne sen bir traktörün, ne de ben bir kamyonun yanına sokulabiliriz...
- Bırak, Memiş, bırak... Zaten yüreğim kabarıyor, canım neredeyse burnumdan çıkacak... Sen de üstüme varma.
Savran’ın çenesi açılmıştı bir kere, bırakır mı:
- Bak senin oğlana! diye devam etti: O ne kurum, o ne çalım!... Eh... çocuğun hakkı da yok değil; makinist oldu çıktı...
Not: Sam Amca adlı hikaye kitabında aynı isimdeki hikayeden alınan yukarıdaki metinde Amerikan yardımı ile ülkeye gelen traktörlerin tarlalarda kullanılmaya başlanması ile kölüye duyulan ihtiyacın azalması ve ağanın toprağını öküzü ile süren yarı aç yarı tok köylü kahramanın geçim derdine düşmesi anlatılmaktadır.
Örnek 2: Orhan Kemal / Grev
Numara
…Ellerini ovalıyordu. Acı acı güldü, sonra içini çekti. Parmaklarıyla oynarken söze neresinden başlayacağını kestirememişe benziyordu. Belki de acıma duygumu gıdıklamak için numara yapıyordu. Belki değil, elbette öyleydi. Öyleydi ama, pek pek bir tabak kuru fasulyeye kavuşmak için elli, belki de altmış yaşındaki bir insanın numara yapmak zorunda kalışı acı değil miydi? Kuru fasulye değil de koltuk meyhanelerinden birinde şarap içebilmek için bile olsa! Yumrukla adam öldürmesi, taş kalpliliği, şusu busu... Bütün bunlar yalnız onun suçu muydu?
Bir insan, ekmeğiyle şarabı bulabilmek, onlara kavuşabilmek için neden “numara” yapmak zorunda kalmalıydı? Topluma karşı olan ödevini yerine getirmiş bir insan huzuruyla hiç kimsenin karşısında küçülmeden sıcak yemek, zevkle içilen içki, rahat bir döşek bulmak, insanlığının hakkı olmamalı mıydı? Birden dikkat ettim, ağlıyordu.
- Ölü mevsim -diye kekeledi- ölü mevsim dolayısıyla işsizim beyefendi. İşsiz ve açım?
Elimde olmayarak soruverdim:
- Hasta kızınız ne oldu?...
Not: Orhan Kemal’in Grev adlı hikaye kitabındaki “Numara” adlı hikayeden alınan yukarıdaki metinde insanlara anlattığı yalan hikayeler ile dilenip hayatını kazanan sefil bir adamın hayatından bir kesit anlatılmaktadır.
Örnek 3: Bekir Yıldız / Kara Vagon
Tozun Altı
…Eliyi havadan bırakırsan, kendi halına... Bir de bakarsan eliy yok olmuş. Akim eyi etmezse, arar durursan... Benim dört yaşmdayken bile, aklım ererdi bu oyuna Bilirdim elim tozun altında. Ne anlatacağam?... He... Ben duymuşam ki insanlar suda çimermiş. Hemin de bazı cesaratlıları suyun dibine tumarmış. Altında, içinde kalırmış balık misali... Ve de marıfath insanlar, suyun içinde gözlerini açarlarmış. Ben buna heç inanmamışam, dedeme dikleşmişem. Eyi hatırlayanı, dedem kulağımın tözüne bir şamar attı ve dedi ki: “Ulan gevvat, sen el kadar eniksen, tozun içinde göziyi açabiliysen de bösbüyük herifler, neden suyun içinde açmaya?...” Ben tozun içinde gözümü berk açaram babo... Toz bizim obada bütün yaz havadadır. Bazen yelsiz kalıp dermanı kesilir, işte o zaman atar kendini yere dinlenir, soluklanır, sonra ufak bir yel gördü mü uzakta, yelden önce yekinir dört yanımıza. Yağar, başımıza, ocağımıza... Derken kış gelir... Sökün eder yağmurlar... Biz o zaman evlere çekilirik babo... Sıra, tarladan taşıdığımız buğdayı yemeğe gelir. Çuval çuval buğdayın dibine, değer başımız, emme ayağımız eksik olmaz çamurdan, işte benim bu meseleye heç aklım ermez: Köy yerinde seller akar, tozu toprağı önüne katar. Emme yaz geldi mi, bakarsan toz gene meydanda. Peki, tozun altı yok mudur babolar? Ya, emmioğlu, demek istiyem ki, tozun sırrına ermiyeni ne etmeli. Toz, pamuğu yeni atılmış döşekten daha hünerlidir. Üstüne bassan, siye dikilmez açar böğrünü “pof” diye. Eliye alsan bekler, parmaklarını aralasan, aşağıya sicim gibi akar. Ve o, hamur olur icabında. Su döksen tepeden aşağıya, söner mübarek, yapış yapış olur. Ev yap, ahır yap, süsle köyü…
Not: Bekir Yıldız’ın “Kara Vagon” adlı hikaye kitabında “Tozun Altı” adlı hikayeden alınan yukarıdaki metinde köydeki hayat şartları ve cehalet yüzünden gözleri kör olmanın eşiğine gelen bir çocuğun hikayesi kendi ağzından anlatılmaktadır.
Örnek 3: Rıfat Ilgaz / Radarın Anahtarı
Öksürük
…Otelin her şeyi güzeldi, havası, suyu, hele yemeği! İşsiz geçen yıllarımı unutmuş, dünyayı yeniden sevmeye, in-sanlara yeniden ısınmaya başlamıştım. Kulağımın dibinde güm güm öten cazın davulu bile hoş geliyordu bana. Bu yemek süresi içinde yeni arkadaşlar bile edinmiştim. Salon-da kahvemi içerken:
“Direktör çağırıyor!” dediler.
İki yıldır rengini, biçimini, daha doğrusu kişiliğini yitiren ceketimin düğmelerini ilikleyerek girdim Direktörün yanma. Koskoca Direktör, yemekten önce sunduğum kartvizitin yüzü suyuna, şöyle bir kımıldandı yerinden. Uzanan iri bir şövalye yüzük, benim gibi iki adamın yan yana oturabileceği, bir koltuğu gösterdi:
“Buyurun!”
İlk sorusu, üç yüz, lirayı kabul edip etmeyeceğim oldu, aylık olarak...
Yıllardan: 1946!... Bu üç yüz liranın değerini anlatmam bilmem gerekir mi? Bu üç yüz liraya şunları da ekleyelim: Yatıp kalkacak temiz bir yatak... İstediğim zaman içine girebileceğim bir banyo küveti... Cazlı çalgılı bir yemek salonu... Temiz hava... Okuyup yazmak için bol zaman... Hiç düşünmeden:
“Kabul!” dedim…
Not: Rıfat Ilgaz’ın “Radarın Anahtarı” adlı hikaye kitabında “Öksürük” adlı hikayeden alınan yukarıdaki metinde geçim sıkıntısı çeken ve bir türlü iş bulamayan tahsilli, hasta bir insanın bulduğu bir işte işveren ile görüştüğü sırada tam kabul edilmişken tutan öksürük nöbeti yüzünden işe kabul edilmeyişi anlatılmaktadır.